Nazlı Akyüz

Nazlı Akyüz genç bir siyaset bilimci, akademisyen ve meclis üyesidir. Sussex Üniversitesi’nde Küresel Politik Ekonomi alanında yüksek lisans yapmış olan Akyüz, doktora çalışmasını sürdürmekte; tezinde sivil toplum, çevre aktivizmi ve toplumsal hareketler konularını ele almaktadır.

Sosyal adaletin, eşitliğin ve katılımcı demokrasinin kararlı bir savunucusu olan Akyüz, 2023 Türkiye Genel Seçimleri'nde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin İstanbul 3. Bölge milletvekili adayı olmuştur. 2024 Yerel Seçimleri sonucunda hem Kağıthane Belediye Meclisi Üyesi hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclis Üyesi olarak seçilmiş ve aktif siyaset yaşamına yerel düzeyde katkı sunmaya devam etmektedir.

İBB’de Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı olarak görev yapmakta; İstanbul’un uluslararası ilişkiler, kentsel diplomasi ve Avrupa Birliği uyum politikaları konularında stratejik adımlar atmasına katkı sağlamaktadır.

Akyüz aynı zamanda Ülke Politikaları Vakfı (ÜPV) Yönetim Kurulu Üyesi ve CHP İngiltere Yüksek Danışma Kurulu Üyesidir. Akademik bilgi birikimi ve toplumsal duyarlılığıyla hem akademi hem de siyaset dünyasında etkin bir rol oynamaktadır.

iletisim@nazliakyuz.com



Barışın Seyircisi, Krizin Taşıyıcısı: Türkiye Dış Politikada Nerede? / 13.06.2025

Ülkemiz Türkiye, tarihsel derinliği, coğrafi konumu ve diplomatik kapasitesiyle bölgedeki her büyük çatışmada belirleyici rol oynayabilecek potansiyele sahip ender ülkelerden biridir. Üç kıtanın kavşağında duran, NATO üyesi olmasına rağmen İslam dünyasıyla güçlü tarihî bağlarını koruyan, hem Avrupa ile hem Asya’yla doğrudan etkileşim hâlinde olan bir ülke için, İran–İsrail gerilimi sadece bir sınır ötesi kriz değil; jeopolitik bir sınav niteliği taşımaktadır. Ancak Türkiye’nin bu potansiyeli, son yıllarda dış politikada artan tutarsızlıklar, iç politik kaygılarla şekillenen diplomasi anlayışı ve “denge” adı altında sürdürülen tepkisizlik siyasetiyle etkisizleşmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere hükümet yetkilileri, İsrail’in İran’a yönelik hava saldırılarını kınadı. Dışişleri Bakanlığı ise uluslararası hukuka atıfla taraflara itidal çağrısında bulundu. Bu açıklamalar ilk bakışta ilkeli bir diplomatik duruş gibi görünse de, sahadaki gerçeklik bu söylemi desteklemiyor.
Türkiye'nin, son yıllarda hem İsrail’le hem İran’la ekonomik ve siyasi ilişkilerini güçlendirmeye çalışan bir pozisyon aldığı aşikar. İsrail’le yeniden büyükelçilik düzeyinde diplomatik temaslar kuruldu; savunma ve enerji alanlarında iş birlikleri gündeme geldi. Aynı anda, İran’la da ticaret hacmini artırmaya çalışan, nükleer anlaşma sürecinde taraflara “dengeleyici” bir ses olma iddiası taşıyan Ankara, bugün bu iki hattı da fiilen sürdürüyor. Bu da yüksek sesle kınayan, ama düşük profilli hareket eden bir dış politika biçimi yaratıyor.
Aklıma gelen sorulardan bazıları; Türkiye, bu çatışmanın önlenebilir olduğu görüşündeyse, neden somut diplomatik girişimlerde bulunmuyor? Birleşmiş Milletler nezdinde aktif adımlar atılmıyor, İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü toplantıya çağrılmıyor, üçüncü ülkelerle barış masası kurma girişimleri görülmüyor? Cevap???
Katılırsınız katılmazsınız bilemem ama Türkiye'nin artık “barış yapıcı ülke” pozisyonundan uzaklaştığını, bölgedeki yangını sadece dışarıdan izleyen bir sessiz gözlemciye dönüştüğünü düşünüyorum. Oysa Türkiye’nin hem Suriye üzerinden İran’la hem Doğu Akdeniz ve enerji politikaları üzerinden İsrail’le dolaylı olarak etkileşim hâlinde olduğu dikkate alındığında, bu pasiflik yalnızca bir tercihsizlik değil, riskli bir tercihtir.
Bu tutarsızlığın önemli bir nedeni, dış politikanın giderek iç politika lehine araçsallaştırılmasıdır. AKP hükümeti, bölgesel krizleri uzun süredir içeride bir “birlik ve beka” söylemine dönüştürerek kullanıyor, hepimizin malumu. Ancak ekonomik kriz, toplumsal kutuplaşma ve siyasi meşruiyet tartışmalarıyla sarsılan Erdoğan yönetimi için bu sefer tablo daha farklı. Toplum, dış politikada hamasi nutuklar değil, enerji fiyatlarındaki artışa çözüm; savaş riski değil, barış ve istikrar talep ediyor.
Eğer Türkiye, gerçekten bölgesel barışın savunucusu olmak istiyorsa; uluslararası hukuku sadece retorikte değil eylemde de savunmalıdır. İsrail’in saldırganlığına karşı sadece kınamayla değil, diplomatik izolasyon çağrısıyla hareket etmelidir. İran’a ise hukukun çerçevesinde itidal çağrısını, bölgesel çatışma ortamını büyütmeyecek şekilde somut önerilerle sunmalıdır. Aksi hâlde Türkiye, bu tür krizlerin her seferinde yalnızca seyircisi, etkilerini ise taşıyıcısı olur.

Yorum Yazın

Mail adresiniz gizli tutulur.

Yorumlar